28 Aralık 2011 Çarşamba

Spekülatif Tarih #10


Gittikçe günümüze yaklaşıyoruz spekülatif tarih serisinde. Elbet bir gün geriye dönebiliriz ancak şu an konumuz Babali baskını ve Enver paşanın sağ kolu Yakup Cemil'dir. Hadi bakalım...

Önce Yakup Cemil kimdir sorusuyla başlamak gerekiyor, yukarıda biraz bahsettim ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin (İTC) komitacı (gerilla diyelim en basitinden) kolundan olan Yakup Cemil aynı zamanda Türk tarihinin gördüğü en büyük looser'lardan biri olan Enver Paşanın sağ koludur. Hikaye de onun hikayesidir...

Aynı zamanda Yakup Cemil Mustafa Kemal gibi komutanlarla birlikte gerilla savaşı (düzensiz ordu, vur kaç taktiği) yapmak üzere Osmanlı'nın Afrika'da kalan son toprağı olan Trablusgarb'a gönderildi. Bu yüzden askerin çok sevdiği bir isim. Aynı zamanda tabir-i caizse deli dolu bi' adam, ne zaman ne yapacağı hiç bir zaman belli olmuyormuş ve gözü karalığı kimi zaman başına büyük dertler açıyormuş. Hatta Atatürk'ün kendisi hakkında "Eğer bir gün bir ihtilal yaparsam yanıma alacağım ilk adam Yakup Cemil'dir, ihtilalden sonra da ilk asacağım kişi de yine Yakup Cemil'dir." dediği bile rivayet edilir. Gelelim Bab-ı Ali baskınına... Bu baskında Enver paşa önceden halkı galeyana getirmek için sivil kılıkta asker yollamasına rağmen istediği kalabalığa ulaşamamış hatta baskından vazgeçme aşamasına gelmiştir. Yakup Cemil Enver Paşa'yı vazgeçirmemiş ve dönüşü yok artık diyerek en önde kendisi girmiştir. Bu baskın sırasında Harbiye nazırını Enver Paşa'ya "sizce de çok konuşmadı mı" diyerek alnından vurmuş ve kansız geçmesi istenilen ihtilalde İTC'yi 1-0 geride başlatmıştır.

Gözü karalığı, vatan severliği, tutkusu gibi bir çok özellikle askerin gönlünde taht kurmuş Yakup Cemil ihtilalde Nazım paşayı vurmasının da etkisiyle yüzbaşı iken ordudan atılmıştır. Hatta bu atılma daha da ileri zamanı geldiğinde Enver paşa kendisine "İTC'ye karşı darbe" suçlamasıyla hapise attırmıştır. İTC'yi çok seven Yakup Cemil, Enver paşanın olaydan haberi olmadığını olunca mutlaka kendisini çıkaracağını düşünür ve ona defalarca mektup yazar. Cevap hiç bir zaman gelmemiştir... Yakup Cemil Enver paşanında bu durumdan haberi olduğunu anlamaya başlamıştır. Ardından Yakup Cemil hakkında idam kararı çıkar... Bu arada hapishane günlerinde herkes mahkum kıyafetleri ile dolaşırken Yakup Cemil pırıl pırıl subay kıyafetleriyle dolaşmıştır. Yine aynı kıyafetlerini giyip idam alanına gider. Burada "askerlerim susamıştır" diyerek askerlere karpuz aldığı efsanesi vardır ancak birazdan anlatacağım efsane karşısında "Uefa Kupası-Cumhurbaşkanlığı kupası" arasındaki farkı yaratacaktır.

İdam, farklı bir idamdır, askerler emirle birlikte Yakup Cemil'i kurşunlayacaklardır. Komutan emir verir: "Rahat" Hiç bir asker kıpırdamaz bile hepsi Yakup Cemil'in gözünün içine bakmaktadır kendisini kaçırmak için. Çok sevdikleri komutanlarına silah çekmeyi kendilerine yedirememektedirler. Komutan sinirlenerek tekrar "Rahat" komutunu verir askerlere. Yine tık yoktur. Ardından Yakup Cemil "komutanım özür dilerim, izin verirseniz" diyerek söz ister. Komutan şaşırmış ve sinirlenmiş bir şekilde izin verir. Yakup Cemil "Hazır" komutunu verdiğinde askerler gözünün içine baktığı Yakup Cemil'in emrine uymuşlardır. Ardından "hazır ol" emri askerler için üzücü, Yakup Cemil için şerefli bir sona gidildiğini göstermekteydi. Yakup Cemil "ateş" emrini verdiğinde hem kendi ölüm emrini verdiği, hem askerleri tarafından ne kadar sevildiği, hem de komutanın karizmasını giderayak nasıl çizdiği düşünülebilir. Ancak bunlarla beraber asıl düşünülmesi gereken nasıl "efsane" olduğudur bence.

Gereksiz Bilgiler:
- Kendisinin idam sırasında 14 kurşun yedikten sonra yarım saat can çekiştiği ve ölmediği söylenir.
- Yanlış hatırlamıyorsam Vecdi Gönül danıştay saldırısı için "İTC ve Yakup Cemil'in Bab-ı Ali baskını gibi" ifadesini kullanmıştı.
- Abdullah Çatlı da Süleyman Demirel tarafından Yakup Cemil'e benzetilmiştir

Spekülatif Tarih #9


Spekülatif Tarih yazı dizisine verdiğim istem dışı aradan dolayı özür dileyerek yazıya başlıyorum. Osmanlı dağılma dönemindeyiz, 1877 Osmanlı-Rus savaşı ya da diğer adıyla 93 harbinde yaptığı kahramanlıkla Gazi Osman Paşa bu yazımızın konusu olacak.

Osmanlı, dağılma döneminde gelen geçenin tokatladığı, canı isteyenin, egosunu tatmin etmek isteyenin savaş açtığı ve ufacık Moskova klezniğinden gelip Osmanlı'yı şamar oğlanı yapan Rusya'nın en cuk oturan tabiriyle "hasta adam" olarak nitelendirdiği bir devlet konumuna düşmüştür. O dönemde izlenen denge politikası da İngiltere'nin çıkarları doğrultusunda Rusya'yı dizginlemesiyle biraz olsun fayda sağlasa da devleti yıkılmaya doğru götüren süreçten kurtaramamakta. Bu dönemde Osmanlı'nın güçsüzlüğünü ortaya koymak için, ismi önemli olmayan antlaşmanın şu maddesine dikkat çekmek istiyorum:

"Eğer Osmanlı'ya savaş açılırsa, Rusya tüm gücüyle Osmanlı'ya yardım edecek, Rusya'ya saldırı olursa Osmanlı sadece boğazları kapayacaktır."

Bir devlet ancak bu kadar küçümsenebilir. Ancak "Sen zaten bize yardım edemezsin, bari bir işe yara da boğazlarını kapa" mantığıyla hareket eden Rusya'ya hak vermemek elde değil. Her neyse, Osmanlının güçsüzlüğünü anlatmayacağım sadece dönemin Osmanlısı hakkında ufak tefek bilgi sahibi olunmasını istedim. Dönelim 93 harbine. (Rumi takvime göre 93'lü bir yıla geldiği için 93 harbi denilmiş) Bu savaş aslında bir çok ilginç noktayı barındırıyordu. Öncelikle o zamana kadar dostça, aramızda hiç husumet yaşamadığımız Ermenilerle aramızın bozulduğu savaş olarak nitelendirebiliriz bu savaşı. Fransız İhtilalinin imparatorluklar için en zarar verici ilkesi olan milliyetçilik ilkesinin tavan yaptığı bu dönemlerde, Rusya'nın kışkırtmasıyla Doğu Anadolu'da egemen olma düşüncesiyle savaş boyunca Ruslara yardım eden Ermenilerle günümüze kadar süren düşmanlığın tohumları sanıyorum ki orada atıldı. Ancak Osmanlıyı balkanlar ve doğu anadolu olmak üzere iki cephede sıkıştıran Ruslar, Osmanlıyı Doğu Anadolu'da yenmişlerdir ancak benim bahsedeceğim cephe, diğer cephe yani Balkanlar cephesi.

Osmanlı çok kritik bir durumla karşı karşıya. Ploşnik Rusları durdurabilmek için son stratejik nokta, ancak Rus askerlerin Ploşnik'e yürüme mesafesi 2 gün iken, Gazi Osman Paşa ve askerlerinin ise Ploşnik'e varış mesafesi 3 gündür. Ancak düşman mutlaka Ploşnik'te durdurulmalıdır. Osman Paşa ve askerleri, 10'ar 15'er dakikalık çok kısa molalarla, yola dayanamayanları geride bırakarak Rus ordusundan önce varmayı başarmışlardır. Bu yorgunluk üzerine askerler kendi cenaze namazlarını kılıp üstüne bir de "hücum!" emrini almışlardır. "Ne? Kendi cenaze namazları mı?" diyenleri duyar gibiyim. Açıklayalım. Bu olay eski bir Türk geleneğidir. Kazanılması zor olan savaşların öncesinde şehitlik mertebesine erişecek askerler, kendi cenaze namazlarını kılar. Hatta anılarında Türk askerinden de bahseden Alman Limon Von Sanders "ölmek için bu kadar heyecanlanan bir millet nasıl oluyor anlamıyorum" gibisinden bir şeyler söylemiştir.

Savaşa geri dönelim... İki ordu da savaş alanına geldi, ancak burada Gazi Osman Paşa öyle destansı bir savunma yaptı ki. Öncelikle savaş alanlarında eşi benzeri görülmemiş bir şey yaptı: içiçe geçmiş cepheler yaptı ve aralarına tünel kazarak geçişi sağladı. Bu ne fayda sağladı diyecek olursanız, Rus askeri o cepheyi ateşe tuttuğunda hemen diğer cepheye geçildi, Rus askeri "orayı temizledik" diye cepheye yaklaşınca diğer cepheye geçen askerler Rus askerlerini temizliyordu. Gazi Osman Paşa ve askerleri o kadar büyük bir savunma gayreti koydu ki ortaya, 1 günde elde edilecek denilen Ploşnik tam 141 günde düşmana teslim edildi. Son olarak Rus ve Ruslara bağlı askerlerin Osman paşanın askerlerine oranının 10'a ulaştığında ve Ploşnik'in etrafı sarıldığında Osman paşa askerlerine düşmanın içinden geçerek, geri çekilmeyi emretti. Ancak bu hareket başarılı olamadı ve Gazi Osman Paşa esir düştü.

Esir günleri sırasında ise Rus generaller anı olarak Osman paşa'nın kılıcını istediler, yemeklere devet ettiler, tanışmak için sıraya girdiler. Ancak Gazi Osman Paşa hiç birine yüz vermedi ve "ben esirim, bana esir gibi davranın" diyerek ne kadar büyük olduğunu tekrar gösterdi. Ülkeye dönüşünde beyaz mendillerle, binlerce kişi tarafından karşılanan Gazi Osman Paşa ülkede kahraman ilan edildi. Ölümünde ise Osmanlı halkı günler boyunca yas tuttu. Bu da bonus:

PLEVNE MARŞI

Tuna nehri akmam diyor
Etrafımı yıkmam diyor
Şanı büyük Osman Pasa
Plevne'den çıkmam diyor

Olur mu böyle olur mu
Evlât babayı vurur mu
Sizi millet hainleri
Bu dünya size kalır mı

Düşman Tuna'yı atladı
Karakolları yokladı
Osman Paşa'nın kolunda
Beşbin top birden patladı

Kılıcımı vurdum taşa
Tas yarıldı baştan başa
Askerinle binler yaşa.
Nâmı büyük Osman Paşa

Spekülatif Tarih #8


Evet biliyorum Hürrem Sultan demiştim haklısınız ama onun için çok daha geniş bir vakit gerekiyor. Halbuki kitabı da bitirdim ancak şu an sabah 7.30'da evden çıktıktan sonra eve yeni geldim ve takdir edersiniz ki yorgunluğum üst seviyede. O yüzden sizlere yine beğeneceğinizi düşündüğüm bir konuda bilgilendirmeye çalışacağım; ayyaş padişahlar.

Yazının hemen başında bir yanlış anlaşılmanın önüne geçmek istiyorum. Osmanlı padişahlarının büyük bir kısmı zaten şarap içiyor. Hatta haşhaşta kullanıyor. Hatta bu haşhaş olayını cariyelerin göğüsüne sürdükleri ve ordan emerek aldıkları söylenir. Keyife bak anasını satayım. Ancak benim bu yazıda yazacağım padişahlar şarabın bokunu çıkaranlar... II. Selim ve IV. Murat.

II. Selim'den başlayalım, bu padişahımız Hürrem Sultan'ın oğlu. Nasıl tahta çıktığını Hürrem Sultan & Kanuni yazısında detaylıca anlatacağım ancak kendisinin Kanuni'nin oğullarından en beceriksizlerinden biri olduğunu bilmekte fayda var. Hatta bana göre Osmanlı'yı "iyi dönem" "kötü dönem" olarak ikiye ayıracaksak kötü dönem II. Selim'le başlar. Bu zat, öyle bir içkicidir ki deliği (tuvalet deliği değil!) tutturamadığı bile söylenir. Ancak öyle bir söylenti vardır ki hepsinden beterdir. Sarı Selim lakaplı II. Selim Kıbrıs'ı şaraplarının güzel olduğunu duyduğu için fethetmiştir. Evet biliyorum insanın "yok artık" diyesi geliyor ama bence doğruluk payı çok çok büyük bir bilgi bu.


IV. Murat'ın hikayesi ise çok daha ilginç. Bu IV. Murat o kadar güçlü bir padişah ki, söylentileri de vezirine saray çevresinde kemerinden tutarak 4 tur attırmasına kadar, atı tek eliyle gövdesine kaldırmaya kadar uzanıyor. Ayrıca bu adam Osmanlı'da tütün, sigara ve gece dışarı çıkmayı yasaklıyor. Peki nasıl kendisi bu kadar alkolik sorusunu soranlar illa ki olacaktır. Bunun cevabını da bize yine spekülatif tarih veriyor.

IV. Murat sık sık sıradan kıyafetler giyip halkın kurallarını uygulayıp uygulamadığını görmek için aralarına karışıyor. (Hatta kurallara uymayanları gördüğünde kendi harekete geçip öldürmeye kadar giden dayaklar attığı söyleniyor.) Yine bu dönemlerin birinde bir kayığa biniyor. Kayıkçının elinde şarap yudumlaya yudumlaya gidiyorlar. Murat Han şarabın tadına bakmak istiyor ve tadına bakınca kesin olarak şarap olduğunu anlıyor. Sonra IV. Murat'ın kayığına bindiğinden bir haber olan kayıkçı Bekri Mustafa'ya "IV. Murat içkiyi yasaklamadı mı kayıkçı?" gibisinden bir soru soruyor. Bekri Mustafa da "aman be, IV. Murat Han kim benim kayığıma binmek kim? Kim nereden görecek içtiğimi" tarzında bir cevap veriyor. Ama işin asıl efsane kısmı tam olarak burada başlıyor. IV. Murat, kendisini ve vezirini tanıtınca Bekri Mustafa "bir yudumda biriniz padişah, biriniz sadrazam oldunuz şişeyi versek kim bilir n'olacak" cevabıyla adını tarihe altın harflerle yazdırmıştır.

IV. Murat'ın kendisini nasıl affettiği konusunda ise sanırım halk tarafından da çok sevilen Bekri Mustafa'nın hoş sohbet ve hazır cevaplığı etkili oldu. Hatta Bekri Mustafa'nın IV. Murat'ı içkiye alıştırdığı söylenir ki, bunun en büyük kanıtı da IV. Murat'ın sirozdan ölmüş olmasıdır. IV. Murat bir dönem çok sevdiği Mustafasını içki illetinden kurtarmak için küçük Ayasofya camii'ne imam yapmıştır (kendisi medrese eğitimi görmüştür ve iyi bir hatiptir) ancak göreve geldiği ilk gün bir cenaze namazı sırasında cenazeye bir şeyler mırıldanmıştır, cemaatin "ne dedin imam efendi" sorusuna da "münker ve nekir sualde dünyanın hali sorulursa Bekri Mustafa Ayasofya'ya imam oldu, gerisini siz düşünün" cevabını vererek efsane bir repliğe daha imza atmıştır.

Gereksiz Notlar:
- İstanbul Fatih'te Bekri Mustafa Hazretleri diye bir sokak bulunuyormuş.
- Osman Cemal Kaygılı hakkında 120 sayfalık bir kitap yazmıştır.
- İstanbul Kanatlarımın Altında adlı IV. Murat'ı anlatan filmde kendisini Savaş Ay canlandırmıştır.
- 2008'de mezarı bulunmuş ve türbe yapılmıştır. Teyzeler en son dua ediyordu.

Spekülatif Tarih #7


Hep savaşlardan gidecek değiliz ya bu seferde bir mimari eser ustası olan ve hayatı boyunca 500'den fazla eser veren Mimar Sinan'ın yaptıklarına bakalım.

Hani Avrupa'da Rönesans hareketleri vardır. "Yeniden doğuş" anlamına gelen rönesans döneminde Avrupa'nın kiliseye karşı ufku açılmış, aynı zamanda bu dönem skolastik düşünceye karşı pozitivzmi doğurmuş ve İslam dünyasının (yani Osmanlının) her konuda Dünya'ya öncülük yaptığı dünyada şartları değiştirmiştir. Kilisenin "bakın denizlere çıkmayın, bir süre gittikten sonra boşluğa düşersiniz" gibi "size para karşılığında Cennet'ten toprak satayım" gibi sığ ötesi düşünceler karşısında halkı uyandırma çabası Osmanlı'yı bir çok alanda yaralasa da takdire değer kesinlikle. Ne alaka diyenleri duyar gibiyim. Anlatayım... İşte bu dönem Avrupa'da daha sanatçılar yetişmiştir. Mikelangelo, Leonardo da Vinci, Thomas More, Cervantes, Erasmus gibi hepimizin ismine aşina olduğu kişilerin başını çektiği bu topluluk herkes tarafından saygı görülmüştür. Türkiye'de de şu an bile bu durum böyledir. Herkes "Aa Leonardo da Vinci harika adam yaaa" diye düşünürken çok azımız "Mimar Sinan'da ne adammış be abi" dememiştir. Belki Mimar Sinan'ın yaptıklarının yeterince bilinmemesinden, belki de her alanda olduğu üzere Avrupa hayranlığımızdan, bilemiyorum.

Mimar Sinan'ın aslında bu kadar rahat çalışmısında Kanuni'nin payı çok büyüktür. Hürrem Sultan Kanuni'yi parmağında oynatma işleminin henüz başındayken ve koskoca sultanı savaştan soğuttuktan sonra Kanuni şehri imarlaştırma yoluna gitmiş ve bu konudaki en büyük yardımcılarından biri ise hiç şüphesiz Mimar Sinan olmuştur. Mimar Sinan denilen belki de dünyanın gelmiş geçmiş en büyük mimarlarından olan bu yüce zât "çıraklık eserim" dediği Şehzade Camii (foto 1), Avrupa'daki en büyük mimarların çıraklık eserlerini her türlü geçmektedir. Adı da Kanuni'nin belki de Osmanlı'nın en büyük padişahlarından biri olacakken öldürülen oğlu Şehzade Mustafa adına yapılmıştır. Kanuni'nin, Hafize Sultan'ın, Hürrem Sultan'ın, Şehzade Mustafa'nın, Mustafa'nın ölümünden sonra tahta geçen Sarı Selim'in, vezir-i azam İbrahim'in ve Gülbahar'ın hikayesini aynı yazıda, Spekülatif Tarih #10'da yazmayı düşünüyorum, tabii bu konuyla ilgili okuduğum kitap bitince.


Her neyse... Mimar Sinan'dan devam edelim. Kalfalık eserim olarak tabir ettiği Süleymaniye Camii'nin (foto 2) muhteşemliği bir yana asıl bahsetmek istediğim ustalık eseri yani Selimiye camiidir. Kanuni'nin Hürrem Sultan'dan olan oğlu (ipucu!) II. Selim için yapılan bu camiide inanılmaz ayrıntılar vardır. Ancak bundan önce sizlerle Mimar Sinan'ın nasıl büyük bir şahsiyet olduğunu tekrar anlatabilmek için bir şey daha paylaşmak istiyorum. Süleymaniye Camii'nin yapımından sonra Kanuni'nin kulağına "Mimar Sinan'ın camiide nargile içtiği" haberi gelir. Hemen olay yerine giden Kanuni Mimar Sinan'ı hakikaten nargile fokurdatırken bulur. Bu olayı gördükten sonra küplere binen Kanuni, Mimar Sinan'a "dinsiz, kafir" dahil olmak üzere bir sürü şey söyler. Ancak Sinan'ın verdiği cevap ders niteliğindedir: "Padişahım evet nargile var ama sadece akustiği kontrol etmek için fokurdatıyorum, içinde tütün yok" demiş ve hakikaten bakıldığında "Yüce" Sinan'ın camiinin ortasına nargile koyup sadece fokurdattığı görülmüştür.

Ancak bence asıl etkileyici olan hikaye Selimiye camiinin (foto 3) yapımından sonra ortaya çıkar. Malum o dönemler, elektrik falan yok sadece kandil var ve camiiyi aydınlatan da kandillerdir. Ancak malum kandiller is yapar ve görüntüyü bozar... İşte Mimar Sinan bu soruna öyle bir çözüm bulmuştur ki... Mumların yaptığı isi borularla bir odaya taşır, bu odaya da bir damıtma sistemi kurar. Ardından da damıtılan mürekkep ile camii'nin bütün çinilerini boyar. Ama bizim için Mimar Sinan hala "geçmiş dönemde yaşayan iyi bir mimardır." Aslında bilmiyoruz ki Mimar Sinan dönemin en büyük mimarıdır. Yazı dizisinin 10.sunda görüşmek dileğiyle. Son olarak;


Bu eser Mimar Sinan tarafından 80 yaşında yapılmıştır. Sağlıcakla...

Spekülatif Tarih #6


Geçen yazıda söylemiştim bu serinin sekizinci yazısında neler yazacağımı. Ve o sözü bozmayarak Fatih Sultan Mehmet'in (?) babasına yazdığı mektubu anlatmaya çalışıcağım.

Fatih Sultan Mehmet yani II. Mehmet ilk tahta çıktığında 12 yaşındadır. Babası II. Murat tahtı ona bırakmıştır... Avrupa'da ise Osmanlı'nın fetih politikasından rahatsız olan Haçlı ordusu genç Mehmet'in tahta çıkmısını da fırsat bilerek yeni bir saldırı planlamaktadır. İşte anlatmaya çalışacağım hikayenin konusu da buradan geliyor. II. Mehmet bu saldırı hazırlığından haberdar olduğu zaman babasına bir mektup yazmıştır. Mektubun özeti de şu şekildedir;

"Eğer ben padişahsam emrediyorum ki ordunun başına geç. Eğer sen padişahsan zaten orduların savaş için seni bekliyor" şeklindedir.

Ancak buradaki yanılgı buradaki mektubu kimin yazdığıdır. Yazının başındaki soru işaretinin sebebi de tam olarak budur. Takdir edersiniz ki bu mektupta yazılanları 12 yaşındaki bir çocuk yazamaz. İşte burada yine spekülatif tarih devreye giriyor ve bizlere şunları fısıldıyor;

Aslında bu mektubu dönemin vezirlerinden (aynı zamanda II. Murat'ın da veziriydi) Çandarlı Halil Paşa tarafından yazıldığı tarafından söylenir. Taa Ertuğrul gaziden gelen Osmanlı soyunda etkili bir sülalı olan Çandarlı sülalesinin en etkili elemanlarından biridir Halil Paşa. Hatta kardeş katlini de vacip kılan Fatih Sultan Mehmet ikinci tahta çıkışından sonra bu sülalenin hepsini yok etmiştir. Nedeni olarakta kendisine alternatif bir güç olarak görmesidir bu sülaleyi ki bu bile Çandarlı sülalesinin ne kadar önemli olduğunu gösterir.

Spekülatif Tarih #5


Osmanlı yükselme dönemindeyiz yine... Yavuz Sultan Selim döneminin ilginç notlarına bir göz atalım bu yazıda.

I. Selim'den daha çok kullanılan adıyla Yavuz Sultan Selim bir çok padişahla psikopatlıkta yarışacak durumdadır. Daha önce söylemiştim, Yavuz'un tek oğlu (Kanuni) var diye işte bunun sebebi de tam olarak Yavuz'un psikopatlığındandır. 8 sene tahtta kalan Yavuz tabir-i caizse at sırtından inmemiştir. Yani resmen çocuk yapmaya vakit bulamamıştır. Filmi başa saralım ve Yavuz'un tahta çıkma hikayesine bir bakalım...

Yavuz'un babası, Fatih Sultan Mehmet'in oğlu olan II. Bayezit o sülaleye yakışmayacak kadar uysal bir adamdır. Sürekli ibadet ettiğinden dolayı kendisine "sofu" lakabı verilmesi bir kenara, yaptığı tek olumlu işin Fatih'in işin büyük bir kısmını bitirdiği Karamanoğulları'nı yıkması olduğunu düşünün. Zaten kendisinin de tahta çıkış hikayesi ilginçtir. Cem Sultan olayını bilmeyen yoktur herhalde, kendisi Fatih'in diğer oğludur ve Konya / Karaman bölgesinde sancak beyidir. II. Bayezit ise Amasra bölgesinde sancak beyliği yapmaktadır. (Burada ufak bir dip not olarak padişah öldükten sonra ilk İstanbul'a gelen şehzadenin padişah olmaya hak kazanması gibi o dönemin bana göre en saçma geleneklerinden birinin varlığını hatırlatayım.) Babası Fatih'in hastalandığını duyan Bayezit İstanbul'a daha yakın olan Amasra'dan hemen İstanbul'a geçip padişahlığını daha kardeşi Bursa'dayken padişahlığını ilan etmiştir.

Cem Sultan abisiyle taht mücadelesine girişmiş ancak bir türlü başarılı olamayıp sırasıyla Memlüklere, Rodos Şovalyelerine, Papa'ya ve Franklara sığınmış ve II. Bayezit bu devletlerin hepsine kardeşini salmamaları için yıllık vergi ödemiştir. Bu ufak ipucundan da anlaşılacağı gibi Cem Sultan aslında Bayezit'e göre çok daha atılgan hatta bir çok tarihçinin görüşüne göre çok daha iyi bir padişah olma kapasitesine sahiptir. Yani sanıldığı gibi korkak değildir, sadece canını kurtarmıştır. Yine hatırlatmakta fayda var ki o dönemlerde Fatih kardeş katlini vacip kılmış ve Cem Sultan muhtemelen abisi tahta çıktıktan sonra öldürülecektir.


Yavuz Sultan Selim'e geri dönelim... Yavuz şehzadeliği döneminde Şii Safevi devletini yenmiştir ve büyük bir riskten devleti kurtarmıştır. Ancak Yavuz'un babası Bayezit'in oğlunun aldığı toprakları "ilişkileri iyi tutmak adına" Safevilere geri verdiği bilinir ki bu tam anlamıyla Yavuz Sultan Selim'in psikopata bağlayıp babasını tahttan indirdiği günlere tekabül eder ki Osmanlı'da bu durum ilk ve tektir. Yeniçerilerin de bunda etkisi çoktur tabii ki, o dönemde en iyi dönemlerinde olan Yeniçeri ocağı psikopatlıkta sınır tanımayan, savaştan hiç çekinmeyen genç Yavuz'u desteklemiş ve Bayezit'i tahttan indirmişlerdir. Bayezid tahttan indikten sonra Edirne'ye gönderilmiş ve kısa süre sonra orada yaşamını yitirmiştir. Bayezit ise Memlükleri, Safevileri, Mısır'ı yok etmiştir ki bu da oğlu Kanuni için daha önce de bahsettiğim gibi "hazinenin ağzına kadar dolu olması" anlamına gelmektedir.

Spekülatif Tarih #4


Yine Osmanlı'dayız bu yazıda. Almanya'nın ekonomi dengesinden sonra yine Osmanlı'dayız Yıldırım Beyazid dönemine gidiyoruz. Ankara savaşına...

Hani şu 3. kez Anadolu Türk Siyasal birliğinin bozulduğu savaşa. Savaşın nedeni aslında çok ilginç. Birbirlerine yazdıkları "tahrik içeren" mektuplar. Timur'un topraklarını fethettiği Karakoyunlu hükumdarı Kara Yusuf Osmanlıya sığınınca Timur ile Beyazid'in arasında mektuplaşmalar başlar. Mektuplaşmaları şöyle bir özetlemek gerekir;

Öncelikle Timur Kara Yusuf ve ailesinin bir an önce sınır dışı edilmesini ya da öldürülmesini istemiştir. Bunu emr-i vaki sayan Bayezid sert üslubuyla olayların ilk ateşleyicisi olmuştur. Sonuç olarak Timur elçi bile yollamıştır. Ancak savaş çıkacak olmasından tedirgin olmasına ve direk "atar" yapmasına pişman olan Bayezid buna rağmen geri adım atmamıştır. Hatta mektupların sonunda olay hakarete kadar dayanmış ve Bayezid Timur'a topal olduğunu dalga geçerek hatırlatmıştır. (Ha bu arada Timur hakikten topaldır.)

Bu mektuplardan sonra kayış kopmuş ve Timur da geri adım atmaktan vazgeçmiştir. Bu dönemden sonra Timur yavaş yavaş ilerlemeye başlamıştır. Herkesin olayın direk Çubuk Ovası'nda geçtiğini sanmaktadır ancak işin aslı böyle değildir. Timur Sivas'a geldiğinde Bayezid haber almıştır ve hemen yola koyulmuştur. Ancak Bayezid İstanbul'dan Sivas'a giderken yani Sivas'ın üst tarafından gelirken Timur'un ordusu da Konya tarafından (yani Sivas'ın aşağısından) Ankara'ya geçmiştir.

Aynı zamanda Timur ordusunu 4 gün boyunca o ovadan dinlendirmiştir. Ayrıca çok büyük bir avantajı ise su kaynaklarını arkasına almasıdır. Bir düşünelim, ovada savaşıyorsunuz aylardan yaz zaten çok sıcak. Onun üstüne ovada savaşıldığı için bir toz demeti. E bir de üstlerinde zırhlar falan. Aman aman. O askere su götürmezsen savaşması çok zor olacaktır. Osmanlı'da ise durumlar tam tersidir. Asker yürüyerek Sivas'tan Ankara'ya gelmiş ve sadece 3-4 saat dinlenmiştir. Bu su olayının önemine tekrar vurgu yapmak gerekirse sırf savaşlarda askerlere su taşıyan (bir ismi vardı ancak unuttum şu an) birliklerin olduğunu belirtmem gerekir.

İşte savaş bu şartlarda başlamıştır. Timur 2-0 öndedir yani daha savaşın başında. Bununla birlikte savaşı kazanmış ve Bayezid'i de esir olarak almıştır. Oğulları Çelebi Mehmet ve Musa Çelebi ise kaçmayı başarmıştır. Bayezid esir olduktan sonra Timur ona harika bir teklif sunmuştur. Hem vezir-i azamı olmasını hem ordularının komutanı olmasını önermiştir. Hatta bende senden üstün olmam, ülkeyi beraber yönetiriz diye teklifi genişletmiştir. Bayezid ise bu teklifi kabul etmemiştir Osmanlı'yı satmam diyerek. Bunun üstüne Timur esir Bayezid'i bütün halkın arasında zincirli bir şekilde dolaştırmıştır.

İşte buradan sonra iki tane rivayet vardır. Bunlardan ilki Timur'un bu dönemden sonra Bayezid'i esir olarak yaşattığı ve onurunu ayaklar altına aldığıdır ikincisi ise onu bir padişaha yakışır şekilde adeta misafir ettiği, onurunu ayaklar altına alma meselesi ise bu durumda sadece zincirle halkın içinde geçirmeyle kalmıştır. Ki bu bile o büyük padişahın yüzüğündeki zehiri içip intihar etmesine yetmiştir.

Spekülatif Tarih #3


Hep Osmanlı'dan mı gideceğiz, biraz da yakın tarihe dönelim. Hem de bizimle bağlantılı olmasına rağmen başka bir ülkeye çevirelim; Almanya'ya. Versay antlaşmasını bilirsiniz, bizim için Sevr neyse onlar içinde Versay o dur. Yani kaybedilen devletlerin anasını ağlatan antlaşmalar. Bu antlaşmalarla ülkeyi mahvetmenin iki yolu vardır birisi topraklarını paylaşmaktır ki bu Türkiye'nin başına gelen. İkincisi ise tahmin edilemeyecek kadar tazminat. İşte Almanya'ya bunu yaptı itilaf devletleri, 1921 yılı şartlarını düşünerek 56 "milyar" doları kafanızda bir tartın.

Bu rakam o kadar büyük bir rakam ki, Almanya ekonomisi çöktü. Ülkede hiper enflasyon ortaya çıktı. Alman markı o kadar değersizleşti ki yaklaşık 50 bin mark 1 dolara denk gelmeye başladı. İşte işin spekülatif kısmı bundan sonra başlıyor; 1.si Amerika'nın dalga geçmek amacıyla Alman sınırlarında para taşıyan bir uçak dolusu Mark'ı bıraktığıdır. 2. ise çok daha ilginç. Alman parasının ne kadar değersizleştiğini gösteriyor. Almanlar o dönemde ekmek almaya bile içi para dolu sepetlerle gidiyorlar. Hele 1 kilo etin o zamanki değeri var ki (tam sayıyı hatırlayamadım) aman aman.

İşte zaten bu antlaşma Hitler'in ve Nazi partisinin çıkışı olarak kabul edilir. Hatta şu anda bile Almanya'da bu antlaşmayı yapanlara "hain" olarak bakılır.

Spekülatif Tarih #2


Bugün yine Osmanlı Devleti'nden ve yine Yükselme Devri'nden bir hikaye var. Sokollu (Sokullu değil dikkat!) Mehmet Paşa'yı bilmeyen yoktur herhalde, Osmanlı tarihinin en büyük vezirlerinden biridir. Vezirlik görevi Kanuni Sultan Süleyman'ın son dönemlerinde başlayan ve Kanuni'nin arkasından II. Selim ve III. Murat'a da vezirlik yapmıştır bu 2 metrenin üstündeki dev vezir.

Bu yazı da yine bir yanılmadan bahsedeceğim sizlere, bu dönemde yaşanan. Bilirsiniz okullarda hep "Osmanlı'nın kasası yükselme devri'nde ağzına kadar doludur" diye okutulur. Ancak işler gerçekte öyle değildir. Yani en azından bu genellemeyi dönemin tümüne yaymak doğru olmayacaktır. Doğru Fatih ve I. Selim (Yavuz) dönemlerinde yapılan fetihlerin arkasından alınan ganimetlerle olsun, ticarete verilen önemle olsun Osmanlı Hazinesi gerçekten ağzına kadar doludur.

Hemen araya hikayenin en büyük kahramanlarından biri olan Kanuni Sultan Süleyman'ı sokuyorum. Kendisi Osmanlı tarihinin belki de en şanslı padişahlarından biridir. Şöyle ki kendisi hem Yavuz Sultan Selim'in tek oğludur ve asla tahta çıkmak için mücadele vermemiştir, yani ne öldürülecek bir abisi ne de kardeşi vardır. Ayrıca devleti aldığında hakikaten devletin kasası ağzına kadar dolu, sınırlarda oldukça gneiştir. Yani bir eli yağda, bir eli baldadır Kanuni'nin... Kendisi de sürekli olarak Avrupa'ya seferler düzenlemiştir, bu pratikte iyi bir şey olarak gözükse de ekonomiye oldukça zarar vermiştir. Tabii kolay değil onlarca askerin, büyük baş / küçük baş hayvanın karnını doyurmak, onlara kalacak yer sağlamak... Eh böyle olunca da ağzına kadar dolu aldığı hazine, tam takır olarak kalmıştır II. Selim'e.

İşte olay burada başlıyor. Cülus bahşişini bilirsiniz padişahın tahta çıkışından sonra Yeniçerilere dağıttı bahşiştir. II. Selim cülus bahşişi dağıtacaktır tahta geçtikten sonra ancak dağıtılacak para bulunamamıştır. İşte burada ortaya Sokollu çıkmış ve cülus bahşişini dağıtmak adına kaftanını satmıştır ki vezirliğin en büyük simgelerinden biridir bu kaftan. Tarihimizde böyle yanılgılar var maalesef. Doğru aktarılmayan, genellenen olaylar... Ancak böyle hikayeleri dinlemekte oldukça güzel oluyor, en azından kendi adıma.

26 Aralık 2011 Pazartesi

Spekülatif Tarih


Bu yazıda hem İstanbul'un fethi hakkında bilinmeyenleri hem de yanlış bilindiğini düşündüğüm bir kaç noktayı anlatmak istiyorum bildiklerim doğrultusunda.

Öncelikle yanlış bilindiğini düşündüğüm noktadan başlıyayım, İstanbul'un fethi deyince muhtemelen herkes bugünkü İstanbul'un fethedildiğini düşünüyordur ancak bu düşünce kesinlikle yanlıştır çünkü Osmanlı zaten o dönemlerde Beşiktaş gibi Kasımpaşa gibi Kadıköy gibi yerlere sahip ve o yerlerde tarım yapmakta. Alınan İstanbul sadece surlarla çevrili olan bugünkü Trakya topraklarında bulunan yerdir. Bilenler mutlaka vardır ancak İstanbul'un fethi deyince insanlar ister istemez bütün İstanbul'u bir anda aldık herhalde diye düşünüyordur.

Bir diğer ilginç ayrıntı ise bu büyük şahi toplarının dökümü hakkında... Bu topların dökümü sırasında bu işin uzmanı olan Fatih Sultan Mehmet bizzat işin içinde olması bir yana bu topları döktüren isim bir Bizans dökümcüsü. "Osmanlı da yokmuymuş bu işi yapıcak adam" diye düşünmeyin, bunlar öyle büyük toplar ki 300 öküzle çekildiği söyleniyor. Bu Bizans dökümcüsünün adı Urban'dır ve Bizans Urban'ı Osmanlı'ya yardım edeceği duyumunu alarak hapise atar. Ancak Osmanlı bir gece yarısı operasyonuyla Urban'ı kaçırıp topların döküldüğü yer olan Edirne'ye götürür.

Bu topların yarattığı büyük etki az çok tahmin ediliyordur. İstanbul'un kuşatılacağını duyan Bizans, Fatih Sultan Mehmet'e bir elçi yollar ve "Mehmet'cim, bak asırlardır bir sürü devlet bunu başaramadı. Sen de başaramazsın, boşuna uğraşma" mesajını verir. Ayrıca ilginç bir istatistikte verir bu elçi: "İstanbul'u kuşatıp alamayan devletler üzerinden uzun bir süre geçmeden yıkılır" (bkz. memlükler, avarlar) Yani Bizans İstanbul'un alınamayacağından o kadar emindir ki, hazırlıklara çok sonra başlar. Hazırlıkları başlatan olayda şahi toplarının denenmesi dönemine tekabül eder. Osmanlı bir şahi topuyla deneme atışı yapmış, çıkan sesi, dumanı, ateşi gören Bizans savunma hazırlıklarına bu zamandan sonra başlamıştır.


Bir başka ilginç nokta ise Fatih'in psikopatlığıyla ilgilidir. İstanbul'un fethi için hazırlıklar tamamlanmış ve belki de Osmanlı padişahları arasında sayılı psikopatlardan biri olan Fatih Karadeniz'den Akdeniz'e, Akdeniz'den Karadeniz'e geçişleri yasaklayan bir ferman yayınlamıştır. Ancak bu fermandan haberi olan dört Ceneviz gemisi Ege kıyılarında toplarla vurulmuş, içinde bulunan mürettebat da tutuklanmıştır. Asıl psikopatlıkta burada başlar zaten: Fatih bu 40 kadar görevilinin önce derisini yüzdürmüş sonra da kazığa oturtmuştur.

Bu kadar hazırlığın sonunda İstanbul fethedilmiştir edilmesine ama tam olarak herkesi asarak, keserek değil. Tarihte bir yeri fethemenin sadece herkesi öldürmek olmadığını gösteren bir belgedir bu aslında, Osmanlı İstanbul'a olan bütün giriş ve çıkışları kesmiş yani İstanbul'u açlığın pençesine bırakmıştır. Bizanslı tarihçiler İstanbul halkının 1 ay sonunda sokaktaki köpekleri yiyecek duruma geldiğini yazar.

8 Aralık 2011 Perşembe

2012 Model Lakers

Geçen sezona dönelim, Lakers en büyük favorilerden biri olarak görüldüğü sezonda henüz konferans yarı finallerinde Dallas'a süpürülerek sezonu büyük hayal kırıklığı ile kapatmıştı. Phil Jackson'un son sezonuna yakışmayan bir vedaydı ancak takımın normal sezondan başlayarak, tüm sezonu vurdumduymaz bir tavırla oynamasında biraz da P-Jax'in de katkısı vardı sanırım. Üçlükleri hiç savunamayan, savunmada playoff sertliğine hiç yaklaşamayan Lakers'ta, bir de Gasol, Artest, Blake, Barnes gibi sistemin işleyişi adına önemli parçalar da standartlarının altında kalınca ilk tur hariç bütün playoff eşleşmelerine underdog olarak başlayan Dallas ilk tokadı Lakers'a atmıştı. Sezon bitti, P-Jax'in beklenen emekliliği de gelip çattı, sonraki adım ise yıllardır konuşulan "Phil Jackson'dan sonra koç kim olacak?" sorusuna cevap bulmaktı. Rick Adelman, Stan Van Gundy gibi isimlerin yazılmasından sonra sürpriz bir koç tercihi geldi: Mike Brown. Lakers'tan önce LeBron'lu Cleveland'ın koçluğunu yapan ve normal sezonda gelen lig liderliğine rağmen, playoffta gösterdiği performansla hayal kırıklığı yaratan takımın koçuydu Mike Brown. Hakkında eleştiriler ise normal sezondaki sertliği play-offa taşıyamadığı ve takımı fazlasıyla LeBron'un üstüne "fazla" kurmasıyla alakalıydı, ilk eleştiriye tamamen katılmakla birlikte o dönemki Cleveland kadrosunun "Lebron ve rol adamları" olması itibariyle, ikinci eleştirinin biraz acımasız olduğunu düşünüyorum. İlk duyduğumuzda hepimiz için soru işareti bir tercihti ama düşününce kötü bir tercih olduğunu söylemek zor. Öncelikle altını çizmek gerekir ki, Lakers "kağıt üzerinde" savunmada müthiş bir takım. İçeride Gasol ve Bynum, 2.13'lük iki tane kule ve içeriyi karatma konusunda, "potansiyel" olarak ligin en iyi ikilisi olabilir. Bunun dışında prime döneminde olmasa da konsantre olduğunda hala ligin en iyi 2-3 savunmacısından biri olan Artest, En iyi savunma beşlerine seçilecek kadar savunma yapmasa da birçok süperstarın aksine çaba gösteren Kobe... Kağıt üzerinde muhteşem bir savunma takımı ancak Phil Jackson döneminde hep kağıt üzerinde kaldı. Phil Jackson muhteşem bir hücum koçu, kabul etmeyeni allah çarpar ancak savunmada aynı oranda iyi bir koç olduğunu söylemek zor... Hele ki Dallas serisinde, -sanırım o da son serisi olduğunun farkındaydı- Lakers takım olarak Dallas'a hiçbir çözüm üretememişti.

Mike Brown ise tamamen farklı bir koç. Popovic'in asistanlığını yapan bir koçtan beklenilecek şekilde savunma odaklı bir koç ve Lakers gibi harika savunmacılara sahip olan bir takım için ideal olabilir. Bunun yanında Avrupa basketbolunun en büyük savunma koçlarından biri olan Messina da Mike Brown'un ekibinde olacak, belki asistan olarak değil ancak Tex Winter-Phil Jackson tarzında. Ayrıca sistemi de Cleveland'da olduğu gibi sadece Kobe'nin üzerine kuracağını da hiç sanmıyorum zira Lakers o Cleveland takımına oranla çok daha iyi yan parçalara sahip. İlk etapta "Mike Brown ne yeaa, yakışır mı Los Angeles'a" diye düşünülebilir ancak böyle bir değişikliğe kesinlikle ihtiyaç vardı, hele ki geçen sezondan sonra. Ayrıca ilk yazılanlar da Mike Brown'un hücum sistemini de uzunlar üzerine kuracağı ve kendisinin asistanlığını yaptığı Spurs'un ikiz kuleler döneminde -Duncan&Robinson- kullandığı setleri kullanacağı konuşuluyor ki kulağa sahane geliyor, inşallah. Kötü ihtimali de düşünmek gerekir tabii; takım lokavt dolayısıyla hiç beraber antreman yapamadı ve sistemini tamamen değiştirmek için de yeterli süreye sahip değiller.  -12'sinde antremanlar başlayacak ve sadece 13 gün sonra Lakers ilk maça çıkacak- Ayrıca Los Angeles medyası da takımın üzerine üşüşecek kadar tehlikeli bir medya ancak -en azından şimdilik- güzel bir birliktelik olarak duruyor Mike Brown-Lakers birlikteliği. Yine de -klişe timi devrede- takıma zaman lazım eaaabi.

PG: Fisher, Blake
SG: Kobe, Shannon (FA)
SF: Artest, Barnes , Ebanks, Kapono
PF: Gasol, Odom, Caracter
C: Bynum

Kapono'nun veteran minimum ile takıma katıldığı düşünülürse, kadro ana hatlarıyla böyle gözüküyor. Shannon Brown'ın serbest kalacağını düşündüğümüzde Kobe'nin yedeği olarak bir oyuncuya ihtiyacımız var. Afflalo herkesin ağzını sulandıran bir adam ama bizde Kobe'nin arkasında alabileceği süre kısıtlı, daha fazla süre alabileceği bir sürü takım bulacaktır. -Bu arada Chicago ismi de geçiyor ancak bence Afflalo onların da ihtiyacı olan bir isim değil.- Jason Richardson, Nick Young falan gibi çapsızlara hiç girmiyor allaha yakın Los Angeles'a uzak olsunlar. Bunun dışında aklıma ilk gelen isim Delonte West oluyor. -Zaten kendisinin ismi de bizim için yazılıyor- Arıza olması bir kenara, savunmada katkı verecek, ceza şutlarını sokacak, atletizmi standart üstü olan iyi bir görev adamı West. Ayrıca West, Blake-Fisher rotasyonundan da süre çalabilir.

Ve tabii Howard ve Paul için çıkan dedikodular var... Paul'un New York'u istiyorum açıklamasından sonra, New York'un Chandler'ı takıma katmak üzere olduğu -bu hamleyi yaparlarsa gelecek yaz Paul'u alamayacaklar- ve Paul'un de isminin geçtiği diğer takımlara şampiyonluğa oynayamayacakları için gitmek istemediği söyleniyor. Bu durumda Paul için en şanslı takımlardan biriyiz ki Houston-Lakers-Hornets arasında 3'lü bir takasta konuşuluyor. Paul için Gasol eksenli, Howard için de Bynum+Odom eksenli bir takas konuşuluyor. İlerleyen zamanlarda, haberler daha da netleştikçe o takaslar için de görüşlerimizi yazarız.

Sezona back-to-back-to-back (3 gün arka arkaya maç, son fikstür düzenlemelerinden sonra her takımda 1'er tane var) başlıyoruz. 25 Aralık, Chicago ilk maç, ben yazmaya üşenmezsem o zamana kadar beraber oluruz.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Bir Popüler Kültür Öğesi Olarak Yılmaz Özdil

Türkiye'de en çok neden nefret ediyosun diye sorsalar polislerden sonra popüler kültür çılgınlığı derim herhalde. Hayatın her alanında görüyoruz ama sosyal medya da işler çığrından çıkmış durumda. Can Yücel'in şiirleri, Bukowski'nin nerde yazdığını henüz görme fırsatı bulamadığım özlü sözleri ve tabii ki Yılmaz Özdil'in köşe yazıları.

Filmi geri saralım biraz... 1999/2000 sezonunda Galatasaray UEFA kupasında yola devam ederken yarı finalde İngiliz temsilcisi Leeds United ile karşılaşmıştı. İlk maç öncesinde 2 İngiliz maçtan önce çıkan kavgalarda bıçaklanarak hayatını kaybetmişti. Maçı Galatasaray 2-0 kazandıktan sonra STAR gazetesinin manşetini görüyorsunuz. "Two Size" diye bir başlık var. Anlayamadınız mı? "Tuu size" demek istenmiş, tükürük efektine atıfta bulunularak. Aynı zamanda Two ile de hem sahaya hem de maçtan önce çıkan kavgaya gönderme yapılmış, ikisinde de kazandık gibisinden. Lafı nereye mi getireceğim, o zamanlar Star'ın yazı işleri müdürü kim mi? Kelime oyunundan anlamalıydınız zaten, Yılmaz Özdil. Özet geçmem gerekirse medyanın en utanç verici manşetlerin birinin altında Yılmaz Özdil imzası var. İkinci maçtan sonra attığı "Dingiltere" başlığından bahsetmiyorum bile.

Hadi diyelim bi' hata oldu -ki kabul edilir cinsten değil- Yılmaz Özdil de hatasının farkında, yeni bi' sayfa açmış. Ama öyle de değil ki arkadaş. Amy Winehouse'un ölümünden sonra yazdığı yazı dün gibi aklımda "Ona üzülün şehitlere üzülmeyin 'emi'" tarzında cümlelerle yine mide bulandırıcı bir yazı. Yazının büyük bir kısmında popüler kültürü eleştiriyor bir de, ironiye gelin... 10 Kasım'dan önceki yazısına bakalım, NÇ'yi yazmış Yılmaz Özdil. (http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19172094.asp) Yazıyı okumam ben, midem kaldırmaz diyorsanız ben özetliyeyim, Yılmaz Özdil toplumun en iğrenç sorunlarından biri olan tecavüzü dizilere bağlıyor! "Hadi canım" demeyin, vallahi öyle. Sapkınlıkmış, eğitimsizlikmiş geçin bunları yahu, kaldırın içinde tecavüz geçen dizileri, bakın nasıl bitiyor tecavüz! Yersen...

Üslüp rezaletinden de bahsedeyim madem girmişken. AKP'ye oy atanlara "Bidon kafalı" diyor Yılmaz Özdil. AKP'li değilim, alakam bile olamaz ama %50 gibi büyük bir kesime "bidon kafalı" demek gazeteciliğin neresinde? Sorsan "Türkiye'de demokrasi yok" der, geçiniz efendim. Amy Winehouse'un ölümüyle neredeyse dalga geçerek yazıyor, insanlıktan, insan hayatının değerinden bi' haber ama niye Facebook'ta Twitter'da bu adamın devamlı yazıları paylaşılıyor. Bir laf vardır, bu günler için söylenmiş sanki; "Kılavuzu karga olanın burnu boktan kurtulmazmış" diye. Türk solunun* durumu ortada değil mi zaten?

* Türk solunun önemli isimlerinden D.S uyardı, bahsettiğim kesim, facebook'ta Yılmaz Özdil yazıları paylaşan, her fırsatta AKP'ye küfür eden ve AKP'ye oy verenleri aşağılayan, bu konuda bilgisi son derece sınırlı "apolitik" kısım. Kusura bakma D.S, tarih senin ve yoldaşlarının çabalarını yazacak :(

13 Ekim 2011 Perşembe

Şampiyon!

 13. günde 7. maç, 3 farklı Arena. Zorlu rakipler, zorlu fikstür. Hem de sezonun henüz başlarında. Geçen sezonu içimizde kocaman bir gurur bırakarak kapatan Yenilmez Armada bugünlerin sinyalini vermişti o günlerde. Ancak şu günlerde öyle bir takım, öyle bir mücadele izledik ki geçen sezondan kalan gurur günden güne katlanarak büyüyor. Önce Euroleague bileti, sonra kupada 3'te 3 ile gruplardan çıkış, en son da Cumhurbaşkanlığı kupası. Bu günler bize yüksek dozda adrenalin olarak döndü belki ama o maç sonrası keyfin, mutluluğun tarifi yok. Maça dönelim:

Spehija maç başında önlem olarak Galatasaray'ın guardlarını iyi savunmaya çalışarak başladı. Zaman zaman Ömer Onan'ı, zaman zaman Emir Preldzic'i Ender'in ve Tutku'nun üzerinde gördük, beklenen Lakovic-Ömer eşleşmesini de fazla izleyemedik dolayısıyla. Fenerbahçe'de ise Ukic'in sakatlığı dolayısıyla ilk beşte çıkamadığı maçta kontrol daha çok Emir'in elindeydi, o da kötü başladığı maça enfes devam etti, kesinlikle ligin en değerli oyuncularından biri. Maç öncesi kritik eşleşmelerden biri olacağını düşündüğüm Songaila-Gist eşleşmesinde de ibre Gist'e doğru kayınca Fenerbahçe çok da iyi olmadığı devreye ortada girmeyi başardı.

Devre demişken ikinci periyottaki hakem rezaletinden de bahsetmek istiyorum. Muhakkak duymuşsunuzdur, "sıfır tölerans" diye bir şey çıktı bu sezon başından beri. 2. periyotta da hakemlerin ucunu kaçırması durumunda son derece keyifsiz bir periyot izledik. Hakemlerin her pozisyona faul çalması sonucunda oyunun sıkça durmasıyla, Galatasaray'ın da hücumda ritmi kaybetmesiyle Fenerbahçe 10 sayılık farkı kapattı. O döneme kadar Ender'in etkili oyunuyla Spehija'nın savunma stratejisini bozan Galatasaray, farkın kapandığı dönemde karakterinin aksine top kayıplarını arttırdı. Burda Fenerbahçe'nin Galatasaray'ın tempolu hücumlarına savunmada statik kalmayarak aynı şekilde cevap verdi.

Maçı ikinci periyottan itibaren özetlemek istersek, iki kelime yeterli olacak herhalde: "Gel git". Maç da sürekli gel gitler, büyük farklardan olmasa da bu maç için önemli diferanslardan gelen takımlar izledik. 2. periyotta geri gelen Fenerbahçe, dengeli geçen 3. periyottan sonra 4. periyotta Ukic ve özellikle Bogdanovic'in etkisiyle öne fırladı. Maç boyunca geri koşmakta zorlanan Galatasaray'da karakterinin aksine özellikle bu bölümde fastbreaklerden fazlaca sayı yedi.

Bu dönemde Bogdanovic'in özellikle alçak posttaki eşleşmesini bulamayan Galatasaray için çanlar çalmaya başlamıştı. İlk defa maçın gittiğini ciddi anlamda hisseden Galatasaray'da bu noktada devreye Tutku Açık girdi. Ender Arslan iyi başladığı maçta oyun aklını yavaş yavaş kaybedince sahneye çıkan Tutku Shumpert ile birlikte maçı değiştiren isim oldu. Takımı son derece iyi yönlendiren ve sayı yollarını açan Galatasaray savunmada da rakibini alan savunması ile durdurdu ve maçı yeniden ortaya getirdi.

Burada Tutku-Shumpert ikilisinin performansının yanı sıra çok sıcak olan Bogdanovic ve yine iyi oynamaya başlayan Ukic'i dinlendirmek için dışarı alan Spehija'nın etkisini de unutmayalım, tabi Oktay Mahmudi'nin son derece riskli olan alan savunmasıyla birlikte.

Uzatmada ise yine müthiş mücadele eden iki takım... Son topları çok kötü oynayan Galatasaray 2. uzatmanın başında yine hücumda tempo yaparak ve boş şutları bularak oyunu kopardı. Açıkça söylemek gerekirse o yüksek adrenalinin de etkisiyle uzatmalarla ilgili fazla bir şey istemiyorum. Ancak yine tam "maçı kopardık" derken Ender'in top kaybı, Tutku'nun 2'de 0'ına karşılık Fenerbahçe "gitti" dediği maçı ortaya getirdi ancak onlarda kritik anlarda kritik hatalar yaparak kupayı bıraktılar.

Son olarak kısa kısa oyuncu değerlendirmesi yapalım, Fenerbahçe'de Jerrels dağınık, Gist muhteşem atlet ancak savunmada zaman zaman blok sevdasıyla pozisyon hataları yapabiliyor ki pozisyon bilgisinin yetersizliği de bunda önemli etken. Bogdanovic gelmeden de kariyeri belli olan çok yönlü bir skorer. Sadece şutör olarak değil, içeriden de skor üretebildiğini gösterdi bu aksam. Fenerbahçe'nin özellikle uzun rotasyonunda sıkıntıları olduğu açık, Mirsad'ın dönüşü bunu ne kadar kapatır emin değilim.

Daha fazla silahı ve alternatifi olan Galatasaray ve Anadolu Efes pota altları Fenerbahçe Ülker'e karşı en azından kağıt üzerinde ağır basıyor. Fenerbahçe için sezonun en kritik ismi bugün kritik anlarda Spehija'nın düşünmediği Vidmar olacak gibi, onun sağlığı ve performansı Fenerbahçe'nin gideceği yeri belirleyebilir. Galatasaray'da ise Tutku'nun maç sonu ve uzatmalardaki harika oyunu, zaman zaman top kayıpları olsa da 31 asist (35 basket attığımızı düşünürsek çok değerli) ve hemen her oyuncunun oyuna bir şekilde katkı yapması -Yeni gelen Zaza'yı ayrı tutuyorum- ve tabiki gelen kupa günün mutluluk verici noktaları. Yarın Kadın Basketbol takımıyla Euroleague'ye de giriş yapıyoruz, iyi yoldayız, daha da iyi olacağız inşallah.

--

http://sportifcumleler.blogspot.com/2011/10/13.html / 12.10.2011

Zaza Galatasaray'da

Transferin ilk gününden beri konuşuluyordu bir pivot hamlesi; Pekovic, Ömer Aşık, lazımdı değildi derken bugüne kadar Oktay hoca böyle bir hamleyi yapmaktan yana gözükmüyordu. En azından bize aktarılanlar o şekildeydi. Ancak o muhteşem hafta sonu bittiğinde ve Galatasaray Euroleague biletini aldığında hocanın fikrinin değiştini gördük. NTVSpor'da canlı yayında "Eğer dengeleri bozmayacak bir transfer olursa yapabiliriz"e getirmişti sözü. İlk olarak Ömer Aşık'a teklif gittiğini duyduk ancak sanıyorum ki parasal konularda anlaşılamadı Ömer'le. Halbuki Ömer, takıma seviye atlatabilecek nadir oyunculardan biri. Hareketli, pota altını kapatabilecek, ikili oyunlarda çok etkili ve şu an Galatasaray'ın kadrosunda olmayan belki de tek oyuncu tipi: Pota altında bekçi. Duyduğumda açıkçası beni çok heyecanlandıran bir hamle olmuştu ancak bu transferde olduğu gibi o transferde de bir soru işareti var: Lokavt.

Konusu açılmışken devam edelim lokavttan, ayrıca transferin olumsuz yönlerinden de bahsetmiş olalım bu vesileyle. Baştan söyliyeyim ben lokavtın yeni yıla doğru biteceğini düşünüyorum. Gelirlerin bölüşülmesi konusunda taraflar birbirine oldukça yaklaştı (%53-47) Fisher gibi, Hunter gibi isimler geri adım atmamak ve ellerindeki bütün kozları kullanmak adına "Görüşme için gün kararlaştırmadık, ne zaman görüşürüz belli değil", "Anlaşma hala yakın gözükmüyor" tarzında açıklamalar yapsalar da bunların politik cevaplar olduğunu tahmin etmek zor değil.

Sonuç olarak 1-2 ay sürecek ve sezonun en kritik dönemlerine girildiğinde çok büyük bir ihtimalle bizimle olamayacak Zaza. Bu transfer adına ilk soru işareti. İkinci soru işareti ise Zaza'nın Furkan ve Andric gibi isimlere göre daha hantal olması. Bu özelliği savunmadan ziyade hücumda zorlayabilir bizi. Zaza genel olarak "ekmeğini taştan çıkaran" diye tanımlanan, savaşçı, hücum ribaundlarını kovalayan bir isim. Yani hücumda ondan verim almak istiyorsanız mutlaka potaya yakın oynatmalısınız. Potadan uzaklaştığı her an verimliliği düşecektir. Tabii bu dediklerim Zaza'nın hücumda balta elli ve tamamen riske edilebilecek bir isim olduğunu düşündürmesin, Eurobasket'te de iyi performanslarını izledik ancak demin de bahsettiğim gibi soru işareti bizim hareketli sistemimizde Zaza gibi görece daha hantal (hantal yerine daha az mobil olanı da kullanabiliriz) bir ismin hücumda zaman zaman tempoyu bozabileceğidir.

Artılarına bakalım şimdi de, öncelikle Zaza muhteşem bir savaşçı. Sahada her şeyini veren, savunmada savaşan, en kalın rakiplere karşı bile geri adım atmayan muhteşem bir savunmacı Zaza. Hatta zaman zaman sertlik dozunu ayarla(ya)madığı anlarda aklıma geliyor. Açıkça söylemek gerekirse Zaza karşı takımda olsa nefret edeceğin ancak tuttuğun takım için savaştığında mücadelesinden çok memnun olacağın bir isim. Zaman zaman dirseklerini kullanmaktan çekinmeyen, arası sıra mesaj faullerini yapmaktan geri kalmayan ve trash talk (oyuncuların oyun dışında birbiriyle atışması) yapmaya bayılan bir isim. NBA'de de vukuatları bolca var zaten. Jason Richardson'la, Kevin Garnett'le atışmaları ilk aklıma gelenler... (Bir Dip Not: Geçen sezonda toplam 6 teknik faulle teknik faul listesinde zirvenin çok da altında kalmamış)

Onun dışında çok da iyi bir ribaundçu olduğunu söylemek gerekiyor; iyi yer tutan ve o yeri tutabilmek için elinden geleni yapan bir isim, ribaundlarda zaman zaman yaşadığımız problemlere de ilaç olacağını düşünmek yanlış olmaz.

Yavaş yavaş toparlıyorum, lokavtın biteceği takdir tabii ki çok önemli ama benim tahmin ettiğim şekilde bitse dahi Euroleague gruplarında bize en azından Top 16 yolunda katkı vermesi bile altın değerinde olacaktır. Mücadelesiyle, hırsıyla taraftarın çok seveceği bir isim olacağından da hiç bir şüphem yok. Hayırlı olsun.

--

http://sportifcumleler.blogspot.com/2011/10/zaza-pachulia-galatasarayda.html

Euroleague

Maç biteli yaklaşık 3 gün oldu ama hala aklıma geldikçe saçma bir gülümse kaplıyor yüzümü. Çok büyük bir mutluluk bu... "Yenilmez Armada geri dönüyor" derken bu kadar çabuk olacağını şahsen ben bile tahmin etmemiştim. 3 senelik planı 2. senenin başında tamamlamak harika. Ancak bu günlerin geleceğini önce Oktay Hocanın ilk geldiği günlerde "Planımız 3 yıllık" dediğinde anlamıştım.

Yıllardır tek senelik planlarla yürüyen, her sene kadroda revizyona giden şubenin ayağa kalkışının ilk göstergeleriydi bunlar. Fitch'in, Dixon'un tek başına sırtladığı, sistemsiz, düzensiz takımlardan 12 kişinin de katkı verdiği, muhteşem savunma yapan, "son topa kadar" mücadele eden bir takıma... Öncelikli tebriğimiz Oktay hoca ve Hakan Üstünberk'e tabii ki ancak arkasından yönetimin tüm fertlerine, Oktay hocanın yardımcıları Emir Alkaş'ı, Semih Eroğlu'nu, Recep Şen'i, Tolga Başer'i ve son olarak bu şubenin ateşini yakan Cem Akdağ'ı da unutmamak gerekiyor.

Maça ve Euroleague'ye dönelim tekrar. Hücumda fazla organize olamayarak başladığımız, savunmada da kolay basketler yediğimiz ilk periyottan sonra oyunu değiştiren Furkan Aldemir oldu. 2. periyotta savunmada ve ribaundlardaki katkısıyla maçın momentumunu değiştiren isim oldu Furkan. PAOK maçından sonra söylemiştim, bu sene takımın en önemli kozlarından biri geniş kadromuz olacak. PAOK maçında Jamon Gordon ve Ender Arslan, Asvel maçında Lakovic, Songaila ve Cevher, Rytas maçında ise Shumpert ve Furkan ön plana çıkan isimler oldular. Sezon henüz yeni başlamışken takım henüz tam olarak hazır değilken 3 günde 3 maçtan galip ayrılmamızın da en büyük etkenlerinden biri bde şüphesiz bu kadro genişliğimiz.

Euroleague'den de bahsedelim yazının son bölümünde. D Grubu'nda Barcelona, Siena, Kazan, Prokom ve Olimpija ile oynayacağız. Açıkçası tam dişimize göre bir grup olduğunu söyleyebilirim ve Top 16'nın ilk etaptaki plan olacağını öngörmek yanlış olmayacak. Prokom ve Olimpija'dan kağıt üzerinde net olarak daha iyi ve daha geniş bir kadroya sahip olduğumuzu söyleyebilirim. Barcelona'yı da Avrupa'nın en iyi takımlarından biri olarak düşünürsek Siena ve Kazan ile 2.'lik 3.lük mücadelesi yapacağımızı şimdiden ön görebiliriz, bu güzel takım her şeyin en güzelini hak ediyor. Biz de destek olarak bütün sezon Abdi İpekçi'de olmaya ve takıma destek vermeye çalışacağız. Bi' aksilik olmazsa sene içinde sık sık beraber olacağız blogda da müthiş başlayan sezon umarım böyle devam eder.

Önemli Not: İlk çıktığında bench arkasından kombinemi aldım. Sadece 150 liraya hem bayan basket, hem de erkek basket maçlarını bench arkasından izleyebileceğim. Hem bayanlarda hem erkeklerde ligde ve Avrupa'da iddialı olduğumuz düşünüldüğünde muhteşem bir rakam. Ayrıca ilginin oldukça arttığını ve salonun önemli maçlarda full olacağını düşünürsek imkanı olan herkesin kombine almasını rica ediyorum. 150 liraya bütün sezon en kötü ihtimalle 45 maç izleme şansımız olacak ki, bu rakamın 60'lara varacağını rahatlıkla tahmin edebiliriz. Hem bayan takımı, hem erkek takımı bu kadar iyi kadrolar kurmuşken taraftarın görevi de kombine almaktır, umarım geçen sene final serisinde yaşadığımız atmosferi bu sene sık sık yaşayabiliriz.
--

http://sportifcumleler.blogspot.com/2011/10/saldrn-kombinelere.html
Filmi biraz geri sarmak istiyorum. Çok değil 1.5 sene geriye... Cemal Nalga skandalından sonra Okan Çevik'ten ve sorumlulardan kurtulduktan Cem Akdağ ile bir ateş yandı bu şubede. Küme düşmesi konuşulan takım aldığı sonuçlara playoffun kapısına kadar geldi. Yabancıların müthiş özverili oyunu, Cem Akdağ'ın müthiş katkılarıyla yıllardır tek senelik planlarla yürüyen şubede bir hareketlenme, taraftarda da buna bağlı olarak yıllardır üvey evlat olarak gördüğü şubeyi bir sahiplenme... Sonrası malum, Oktay Mahmudi'nin takımın başına geçişi ve yıllar sonra planlarını 1 yılın ötesine taşıyan bir coach... Hedef belli: "3 sene sonra Euroleague'de tepeye oynanacak". Hedefler ve bütçe düşünüldüğünde "geçiş dönemi" olacaktı ilk sezon. Efes'te süre bulamayan Ermal, yıllardır milli takıma alınmayan Tutku, Caner; gelecek vaadeden ama henüz vereceği katkı soru işareti olan Andric... Ama Oktay hocanın aslanları öyle muhteşem bir sezon yaşattılar ki bize, Cem Akdağ'ın Galatasaray'ının yaktığı ateş geçen sezon Abdi İpekçi'de rakipler için cehenneme dönüştü. Şampiyon olamadık belki ancak "Yenilmez Armada" geri dönmüştü.

Kulüp içi yapılanmadan sonra bir özet de saha içinden geçelim. Geçen sezon elindeki kadrodan maksimumu alan Mahmuti'nin bir sezon sonra sistemine cuk oturacak isimleri alacağına hiçbir şüphemiz yoktu. Neydi sistem; işin savunma kısmında müthiş yardımlaşan, rakibin üstüne kabus gibi çöken, savunmada ritm bulduğu takdirde de hücumda da müthiş işler yapan bir takım. Bu müthiş işler yapılırken hücumun temel dayanağı ise ikili oyunlar ve spacing idi. (Alanı paylaşma, boşluk yaratma) Ancak Oktay hocanın elinde bu oyuna uygun isim sayısı azdı. Özellikle ilk beş olarak çıkan Jerry Johnson-Evren-Shipp-Ermal'li beş bu oyun sistemini oynamak için yeterli değildi. Herkes bunun farkındaydı ancak geçiş sezonunda ve yeterli olmayan bütçeyle yapılabilecekler bu kadardı. Bu sene ise tamamen sisteme uygun olan oyuncular alındı; pick-and-roll'lerin ustası Lakovic, en etkili olduğu dönemlerde hep pick-and-roll'lerle fark yaratan Ender, bu ikili oyunlar sonrası orta mesafesi çok iyi, potaya gidebilen, güçlü Songaila... Onun dışında en az Shipp kadar faydalı, oyunun momentumunu değiştirebilecek Jamon Gordon, geçen sezon zaman zaman yaşadığımız ribaundlar için hem yaşı itibariyle, hem Türk olması itibariyle alınabilecek en iyi oyunculardan biri olan Furkan Aldemir... Ayrıca Tutku-Andric-Shumpert bu sisteme uygun ve geçen sezon alışık olan isimler. Sistem belli, hücumda 5 numaralar dahil herkes hareket edecek, bir hücumda birden fazla pick-and-roll oynanacak. Sistem düşünüldüğünde sırtı dönük oynayabilecek, daha hareketsiz, Pekovic tarzı bir pivotun alınmaması eleştirilebilir mi? Bu hareketli sistemde Pekovic tarzı bir pivot tempoya uyum sağlayabilir mi? Eleştirmek yerine anlamak gerekiyor Oktay hocayı, 1 sene önce hayal bile edemeyeceğimiz bir yerdeyiz, Euroleague yolunda... Ve bu yolda yürürken liderimize her zamankinden daha fazla sahip çıkmalıyız. Bu kadar iyi yoldayken, geçen sezon bütün sıkıntı yaşadığımız noktalarda şimdi daha iyiyken; (ribaundlar, kadro derinliği, uzun rotasyonu...) destek olalım.

Dünkü maçtan devam edelim biraz da... Maç boyunca kişisel performansların ön plana çıktığı dakikalar dışında hücumda o geçen seneki ritmimizi bulamadığımızı söyleyebilirim, asist hanesinde yazan "10" rakamı da bu dediğimi destekler nitelikte. Buna rağmen eğer PAOK ilk yarıda biraz daha mantıklı şutlar atsaydı, ilk yarıda bile 15'e gidebilirdi maç. Yine de ikinci yarıda bireysel performanslarla bir anda fırladık öne. PAOK'un kadro ve sistem olarak bize kafa tutamayacağı aşikardı zaten. Bunun dışında Jamon Gordon'un muhteşem oyunu, Ender'in zaman zaman parladığı dakikalar, Andric'in maçın başındaki etkili oyunu dünden kalan olumlu noktalar. Bu performanslardan bir çıkarım yapmak gerekirse, "Jamon Lucas, Ender, Andric bu sezon harika oynar" yerine "Her maçta farklı isimler ön plana çıkar" demek daha mantıklı ve gerçekçi olacaktır. Dün bu üçlü çok iyi oynadı, yarın Songaila, Shumpert, Lakovic, Furkan çok extra katkılar verebilir. Son olarak Andric için ayrı bir paragraf açmak istiyorum. Her gün üstüne koyarak ilerliyor ve sahada artık daha dengeli gözüktü. Bunun dışında sırtı dönük oyununu da geliştirdiğini maçın başında attığı 2 basketle gösterdi. Çok iyi yolda, umarım devam eder.

Bugün saat 20:00'de Asvel ile oynayacağız. Yine kadro olarak daha üstün olduğumuz bir takım, geçen sezona göre daha güçsüz olduklarını söylemek de mümkün ama n'olursa olsun Euroleague'e bu kadar yaklaşmışken sürprize izin vermemeliyiz. Umarım yarın final yazısıyla beraber oluruz.
--

http://sportifcumleler.blogspot.com/2011/10/euroleaguee-son-2.html